TAPINAK ŞÖVALYELERİ ve HAÇLI SEFERLERİ

        
                                                     

        Haçlı seferleri 11. Yüzyılda başlayan ve teknik olarak hala devam eden, Hristiyanlık kisvesi altında, aslında ekonomik temelleri olan bir işgal ve yok etme girişimiydi ve hala da farklı bir şekilde devam etmekte. Avrupa’nın içtimai ve iktisadi olarak en karanlık dönemlerini yaşadığı bir zamanda, dönemin papası II. Urban tarafından propagandası yapılarak zengin, fakir her sınıftan eli silah tutan insanların bir araya getirilerek Türk ve Müslüman devletlerin üzerlerine gönderildiği sözde din uğruna yapılan bir kıyım projesinin genel adıdır. Timuçin Mert tarafından yazılan ‘’ Haçlı Seferleri Cennetin Krallığında’’ isimli kitapta, hem haçlı seferlerinin tarihi sürecini hem de sözde din adına yapılan bu seferlerde yapılan zulümleri okuyoruz. Türk tarihinde de büyük bir öneme sahip olan haçlı seferleri olarak bildiğimiz bu kıyım ve zulüm projesinin aslında ne olduğunu görüyoruz. Avrupa’dan hareket eden ilk Haçlı ordusunun düzenlediği seferde karşılarına çıkan sivillere dahi yapılan mezalimler gerçekten kan dondurucu. Zengin Avrupalıların toprak sahibi olmak, fakirlerin ise zaten açlıkla mücadele ettiği bir dönemde bu seferlerde yaptığı yağma ve hırsızlıklarla servet sahibi olma girişimleri insanlık tarihinin yüz karası olarak önümüzde duruyor.

        1095 yılında papa II. Urban’ın Clermont-Ferrand kilisesi konseyinde yaptığı konuşma ilk haçlı seferi için bir çağrıydı ve karşılık buldu. Fransız rahip Pierre L’ermite önderliğinde toplanan oldukça kalabalık  olan bu ordu, nihai hedef olarak Kudüs’ü belirlemiş ve Anadolu’ya doğru yola çıkmıştı. Yol üzerinde birçok katliamlar yaparak ilerlediler ve Anadolu topraklarına varmadan özellikle yaptıkları Yahudi katliamları ile tarihe kara bir leke olarak geçtiler. Bu süreç boyunca birçok sivil katliam yaptılar. Öyle ki baskına uğrattıkları köylerde insanların altın ve değerli mücevherlerini yuttuklarını düşünerek önce öldürüp sonra karınlarını deşerek altın ve mücevher aradılar. Haçlı seferlerinin baştaki motivasyon kaynağı söylendiği gibi dini değildir. Ekonomik olarak çökmüş olan Avrupa’nın, Anadolu ve Orta Doğu’daki zenginliklere göz koyması ve bu amaçla da önüne çıkan herkesi öldürerek zenginlik arayışıdır.

        Haçlı seferlerinin tarihi gelişiminden bahsederek başlayan kitabın aslında beni en etkileyen kısmı bugün bile hala ismini duyduğumuz ‘’Tapınak Şövalyeleri’’ ile ilgili olan kısmı. Kitapta bu konuyla ilgili ayrıntı şöyle:
        ‘’Birinci Haçlı Seferi, 1099 yılında Kudüs’ün ele geçirilmesi ve yaklaşık 460 yıldır Müslümanların egemenliği altında bulunun toprakların Hristiyanların eline geçmesi ile sonuçlandı. Haçlılar Kudüs’ü kendilerine başkent yaptılar ve sınırları Filistin’den Antakya’ya kadar uzanan bir Latin Krallığı kurdular.
İşte bu tarihten sonra Haçlıların Ortadoğu’da tutunabilme mücadelesi başladı. Kurdukları devleti ayakta tutabilmek için örgütlenmeleri gerekiyordu. Bu nedenle daha önce benzeri bulunmayan ‘’askeri tarikatlar’’ kuruldu. Bu tarikatların üyeleri, Avrupa’dan Filistin’e göç edip, burada bir tür manastır hayatı yaşıyor, bir yandan da Müslümanlara karşı savaşmak üzere askeri eğitim görüyorlardı.
İşte bu tarikatlardan biri, diğerlerinden farklı bir yol tuttu ve tarihin akışına etki edecek bir değişim yaşadı. Bu tarikat ‘’Tapınakçılar’’ tarikatıydı.
        Tapınakçılar, haçlıların Kudüs’ü ele geçirmelerinden ve bir Latin Krallığı kurmalarından yaklaşık 20 yıl sonra tarih sahnesine çıktılar. 1118 yılında kurulan ve herkesçe tanınan adı ‘’ Tapınak Şövalyeleri’’ olan bu tarikatın tam ismi ‘’İsa’nın ve Süleyman Tapınağı’nın Yoksul Şövalyeleri’’ idi. Kurucuları ise toplam dokuz şövalye idi.
        Kurucu şövalyeler, dönemin Kudüs Kralı II. Baldwin’in huzuruna çıktılar ve Birinci Haçlı Seferi’nin ardından Kudüs’e akın eden Hristiyan hacıların mallarını ve canlarını koruma işine talip olduklarını belirttiler. Kral, Tapınakçıların ilk ‘’Büyük Üstadı’’ olan Hugues de Payens’i yakından tanıyordu. Kendilerine büyük destek verdi; aynı zamanda onlara bir zamanlar Süleyman Tapınağı’nın yer aldığı (Mescid-i Aksa’yı da kapsayan) bölgeyi tahsis etti. Büyük İslam kumandanı Selahaddin Eyyübi’nin Hıttin Savaşı’nın ardından Kudüs’ü geri almasına kadar geçen 70 yıl süresince ‘’Tapınak Tepesi’’, Tapınakçıların merkezi oldu. Kendilerine ‘’Süleyman Tapınağı’’ ile bağlantılı bir isim verilmesinin de nedeni buydu. Özellikle burasını kendilerine üs olarak belirlemeleriyse rastgele bir seçim değil, bilinçli bir tercihti. Tapınak, Hz. Süleyman’ın gücünün bir simgesiydi; Tapınak’tan geriye kalanlar ise büyük gizler barındırıyordu.
        O dönemde Kudüs’te Tapınakçılar dışında başka askeri tarikatlar da vardı. Ancak onlar kuruluş amaçlarına uygun işlerle uğraşıyorlardı. Örneğin tapınakçılarla aynı dönemde kurulan ve büyük bir teşkilat olan St. (Saint) John Şövalyeleri ya da diğer adıyla Hospitaler Şövalyeleri örgütü Müslümanlardan öğrendikleri gibi hayır işleri yapıyor, kutsal topraklardaki hastaların ve fakirlerin yardımına koşuyordu. Diğer taraftan, dokuz tapınak şövalyesinin ilan ettikleri gibi, Hayfa’dan Kudüs’a kadar olan bir bölgeyi kendi başlarına korumaları fiziksel olarak olanaksızdı. Bu Tapınakçıların yardımseverlik değil, aksine ekonomik ve siyasi çıkar peşinde oldukları açıktı.
        Masonluğun en tanınmış isimlerinden olan 33. Dereceden büyük üstad Albert Pike, masonluğun temel eserlerinden biri kabul edilen, ‘’Ahlak ve Dogma’’ (Morals and Dogma) adlı kitabında, Tapınakçıların gerçek amacını şöyle açıklamıştır:
        ‘’…Templier’lerin ilan edilen görevi kutsal yerleri ziyarete gelen Hristiyanları korumaktı. Gizli amaçları ise, Ezekiel’in haber verdiği modele uygun olarak Süleyman Mabedi’nin yeniden inşa etmekti.’’

        Tapınakçılarla ilgili bir diğer kaynak ise, her ikisi de mason olan İngiliz yazarlar Christopher Knight ve Robert Lomas da, ‘’Hiram Anahtarı’’ (The Hiram Key) adlı kitaplarında, Tapınakçıların ‘’Filistin’e giden Hristiyan hacıları korumak’’ şeklinde ifade ettikleri amaçlarının sadece bir kılıf olarak kullnıldığını, tarikatın asıl hedefinin çok daha farklı olduğunu şöyle açıklarlar:
        ‘’Tapınakçılarının kurucularının herhangi bir zamanda hacılara koruma sağladıklarına dair hiçbir kanıt yoktur. Ama öte yandan Herod Tapınağının (Süleyman Tapınağının yeniden inşa edilmiş hali) yıkıntıları altında yoğun araştırma kazıları yaptıklarına  dair son derece ikna edici kanıtlar buluyoruz.’’
Tapınakçıların Hristiyan bir dünyada doğmalarına, Hristiyan kökenden gelmelerine rağmen,                                  Hristiyanlıktan tamamen farklı bir inanca ve felsefeye bağlanmalarına neden olan, onları sapkın ayinlere, kara büyü ritüellerine yönelten bir ‘’kaynak’’ olmalıdır. İşte bu kaynak, pek çok tarihçinin ortak kanısına göre ‘’Kabbala’’dır. Kabbala, kelime anlamıyla ‘’sözlü gelenek’’ demektir. Ansiklopedi veya sözlüklerde, Yahudi dininin mistik, ezoterik (batıni) bir kolu olarak tarif edilir. Bu tanıma göre, Kabbala, Tevrat’ın ve diğer Yahudi dini kaynaklarının gizli manalarını araştıran bir öğretidir. Ancak konuyu biraz daha yakından incelediğimizde, karşımıza daha farklı gerçekler çıkmaktadır. Bu gerçeklerin bizi ulaştırdığı sonuç ise, Kabbala’nın Yahudiliğin temeli olan Tevrat’tan da önce var olan, Tevrat’ın vahyedilmesinden sonra Yahudiliğin içinde yayılan ‘’pagan’’, yani putperest kökenli bir öğreti olduğudur.’’ 
        Haçlı Seferleri Cennetin Krallığında kitabını okumanızı öneririm. Bugün refah içindeki Avrupa’ya özenen bir kısım insanların, Avrupa’nın bu ekonomik refahı elde ederken işlediği inanılmaz suçları ve yaptığı zulümleri bilmek gerekir. Bu refahı elde etmek için geçmişte yaptıkları akıl almaz mezalimleri bugün de aslında devam ettiriyorlar. Fakat kendi adlarını kirletmeden alçak oyun ve hilelerle yapıyorlar.            
        Bu sebepten onlara özenmeyin. Açlıktan ölsem de onların bu zenginliğe nasıl sahip olduklarını bildiğimden onları tasvip etmiyorum diyebilin. Bugün refah içindeki Avrupa’nın yarın yokluk dönemleri geldiğinde gerçekte nasıl bir kültür ve medeniyet! olduğunu göreceksiniz. Sakın kendi ülkenizi Avrupa ile kıyaslamayın çünkü biz tarihin hiçbir döneminde bir devlet politikası olarak mazlumu, suçsuzu, güçsüzü katletmedik. Bilakis Türk gittiği her yere zenginliğini de götürdü. Esas gurur duyulacak olan haslet budur. Sağlıcakla kalın..
AKSAKAL

Comments

Popular posts from this blog

ERASMUS NEDIR? ERASMUS ISMI NEREDEN GELIR?

Osmanlı dönmelerinin mezalimleri Samiha Ayverdi – Ne İdik Ne Olduk

Bir Düello Bir Suikast - Kazım Karabekir'in mücadelesi