Osmanlı dönmelerinin mezalimleri Samiha Ayverdi – Ne İdik Ne Olduk

       
                                                       


     Samiha Ayverdi, okuduğum en iyi kadın yazarlardan. Her yeni bir kitabını okuduğumda hayranlığım bir kat daha artıyor. Hem roman hem denemeleri oldukça ilgi çekici. Özellikle hatıraları, insanı yaşandığı yıllara alıp götürüyor. Sadece bahsi geçen konuların muhteşemliği değil eserlerinin harikulade olmasına sebep, aynı zamanda dili kullanışı ve zengin kelime dağarcığı da insanı nesir yazının da bir sanat eseri olabileceğine inandırıyor. Birçok kez okuduğum bir cümleyi, bir paragrafı defalarca okuduğum oldu ve sonunda bu cümleyi, bu paragrafı nasıl yazabildi diye düşünürken buldum kendimi. 

        ‘’Ne İdik Ne Olduk’’ eseri de Samiha Ayverdi’nin hatıralarından. Yaşadığı, duyduğu, tecrübe ettiği olayları anlatıyor ve bir münevver gibi temiz, pak düşünce yapısıyla sorguluyor. Aynı zamanda da olayların yaşandığı dönemlerin sosyolojik, siyasi ve içtimai durumlarını da anlayabilmemiz açısından tarihi bir değeri var eserin. Kitapta beni gerçekten etkileyen bölümler oldu. Türk tarihinin önemli olaylarından, önemli devlet adamlarına, sosyal yapının bozulmasından, kültürel, ekonomik, ve sosyal olarak Türk toplumunun nasıl yağmalandığına dair ispatlar göstererek olayları anlatıyor. 
Yazarın Türk toplumunun temelini oluşturan hasletleri nasıl kaybettiğini, garplılaşma adı altında binlerce yıllık geleneklerin, göreneklerin, törenin ve kimliğin nasıl da sarsıldığını ah ederek ve hüzünlenerek anlatması içine düştüğümüz durumu sorgulamak ve düşünmek için bir vesile oluyor. Kitapta bir çok kez bu hayıflanmayı görebiliyor ve yazarın bu konuda nasıl da dertlendiğine şahit olabiliyoruz. Türk-İslam sentezinin hedef alındığı bir senaryonun, dönemin dış güçleri tarafından ilmik ilmik işlendiğini ve maalesef toplumun içinden de nasıl karşılık bulduğunu ve böylelikle de bir şeref madalyası olarak ilelebet korunması gereken medeniyet kalemizin nasıl parça parça yok edildiğini gözler önüne seriyor. 
        Kitapta benim en çok dikkatimi çeken bölümler ise Osmanlı tebaasının içinde, bizim ‘’dönmeler’’ olarak tabir ettiğimiz, Müslüman ismi almış, Osmanlı gibi gözüken fakat aleyhte çalışan gayr-i müslim kesimin Osmanlı’ya -özellikle son dönemlerinde- vermiş olduğu inanılmaz zararların bahsedildiği yerler. Kişisel olarak bu konuya özel bir hassasiyet ve merağım olduğundan dolayı bu algıda seçicilik ortaya çıkmış olabilir. Ancak, okuduğum bir çok eserde bu konularla alakalı çok bahsin yapılması da etken olabilir.
        Kitabın 82-84 sayfaları arasında bizzat kendi yaşadığı bir olayı anlatıyor Samiha Ayverdi. Burada davet edildiği bir sohbet meclisinde tanıştığı bir kadın ile geçen bir sohbet bu. Şöyle ki:
’…-Ben Selanik dönmesiydim. Elhamdülillah Müslüman oldum. Bir Türk’le evlenerek Abdülhakim Efendi’ye de mürit oldum. İsmim Zahide, mezhebim de şafiidir, dedi.’’
Canı yanık bir kadın olduğu her hali ile belli oluyordu. Hayat hikayesini anlatmak ihtiyacı içinde bulunduğu aşikar gibiydi. Amma buraya kendi macerasını söylemekten ziyade, bir iyilik yapmış olmak için gelmişe benziyordu. Nitekim, anlattıkları, bence meçhul gerçeklerden olmamaklar beraber mühim olan bu hakikatleri bir sabık dönmenin ağzından dinlemekti.
-Siz, dedi, dönmelerin bu memlekete ne derece zararlı bir kütle olduğunu bilemezsiniz. Hiçbir düşman, dönmeler kadar Türklere kötülük edemez. İktisadi, içtimai ve bilhassa kültür sahalarında öyle planlı düşmanlıkları vardır ki, bunları ancak benim gibi o soydan gelmiş ve aralarında yetişmiş bir kimse bilebilir. 
Benim bir Müslüman Türk’le evlenmiş olmam hepsini deli etti. Ailem ve hatta anam, aleyhime öyle işler yaptılar ki, çevirdikleri oyunlarla beni kuru tahta üzerinde bıraktılar. Buraya gelişimin sebebi, dönmeler hakkında kulağınızı bükmek ve onlardan uzak durmanızı tavsiyedir, dedi ve çıkıp gitti. 
O zaman bu zaman kendisini bir daha da hiç görmedim.’’(sf. 82-84)
    Bu hatıra bile, Osmanlı’nın yıkılmasında ve de cumhuriyetin kurulmasında dönmelerin rolleri hakkında bize fikir veriyor. 
    Yine cumhuriyet döneminde ve sonrasında etkili kişilerden biri olan gazeteci Ahmet Emin Yalman ile ilgili de bir anısını aktarıyor Samiha Ayverdi:
‘’… Füreyya Hanım, Kılıç Ali (Atatürk’ün muhafızlarından meşhur Kılıç Ali) ile talak vaki olduktan sonra (boşanmaları gerçekleştikten sonra) heveslisi olduğu seramikçiliğe daha da sarılarak sergiler açmaya başlamıştı. Bir defasından evinde açtığı bir sergiye iştirak etmiştim. İçeriye girer girmez annesi karşıladı. Antreyi ikiye bölen paravanın bir tarafı tenha, diğer tarafı ise çok kalabalıktı. Bu kaynaşan insan yığınına şöyle bir bakmakla dahi, içeride hayli tanıdık simalar bulunduğunu görmüştüm. Bu izdihamın arasına girmek istemedim ve paravanın öteki tarafına geçtim. 
Annesi (Hakkiye Hanımefendi) ne beni bırakabiliyor, ne de diğer davetlilerden uzak kalmak istiyordu. Beni de öteki tarafa geçirmek için bir orta yol bulduğunu zannederek:
-Cicim, gelin sizi Ahmet Emin Bey’le (Bir Selanik dönmesi olan Ahmet Emin Yalman’ın o tarihlerde çıkarmakta bulunduğu Vatan isimli günlük gazetesinin fiyatı 10 kuruş idi) tanıştırayım, dedi. 
-Hayır hanımefendi bu adam din düşmanı, neticede de vatan haini sayılır. Tanışıp elini sıkmak istemem, dedim. Kadıncağız şaşırdı. Sadece:
-Ya! dedi.
Biraz oyalandıktan sonra da sergiden ayrıldım. Amma bu ayrılış, yalnızca Füreyya Hanım’ın sergisinden değil, asıl kendisinden oldu. Zira, o zamana kadar Füreyya Hanım’ın, Türkiye Gizli Komünist Partisi azası olduğu rivayetini duymamıştım. Bu rivayet, gerçekle alakası olmasa dahi çok tedirgin olmuştum.
Geçen gün bu sevimsiz hatırayı, Ressam Ahmed Yakupoğlu’nun yanında konuşurken, o da bana, Neyzen Tevfik’in Ahmet Emin’in iç yüzünü çizen şu kıtasını okudu:
‘’Şu bizim dönme dolap Ahmet Emin
Din ü imanımıza çatmadadır
Başımız ağrımaz etsek de yemin
Vatanı 10 kuruşa satmadadır.’’ (sf. 88)
    Yine sayfa 91’de yazar, bir kadın muharrirler davetine katıldığını ve ‘’İstanbul Geceleri’’ isimli kitabında masonların aleyhinde yazmasından dolayı dönemin ünlü kadın romancılarından Rikkat Köknar kendisine selam dahi vermeden çıkışmış.
‘’-Neden kitabınızda, mason localarını, meyhaneler, kumarhaneler, bankerler arasında zikretmişsiniz?
Gerçekten de ‘’İstanbul Geceleri’’nin Beyoğlu kısmında, masonlara bu tertip içinde yer vermiştim.
Masonlara sataştığım için mademki ev sahibi hanımın, en basit misafirperverlik kaidesini unutacak kadar gözü kararmış ve bu öfke ile de, damdan düşercesine sualine zaman seçemeyecek bir gaflete düşmüştü, şu halde, günah benden gitmiş sayılırdı.
İşte böylece sözü, ta Sultan Abdülmecit’e suikast hazırlayan masonik çevrelerin Kuleli Vak’ası denen darbelerinden alarak, Meşrutiyet senaryosunu tertipleyen aynı kafaların İttihatçıları nasıl kandırıp satın aldıklarına ve buradan da, kökü, rejisörü ve suflörleri dışarıda olan bu Yahudi ileri karakolunun, hala memleketin milli-manevi değerlerini tahrip ile uğraşmakta olduklarını anlattım.
Ses çıkarmadan dinlediler. Amma bana inandıklarından değil, dinlediklerini nakzedecek (bozmak, çözmek) bir karşı müdafaa hazırlıkları olmadığından susmaya mecbur oldular. Keşke bu kronolojik ve tarihi seyri çürütecek bilgileri olsaydı, nefs-i mütekellim vahde (tekil birinci şahıs) gibi tek taraflı olarak konuşmaya mecbur olmasaydım.
Meğer Rikkat Hanım, dönmelerden imiş. Kocası Rifat Köknar da hem dönme hem mason imiş.’’ (Sf. 90-91)

    Eserde bölümler halinde Türk toplumuna yapılan tüm yozlaşmalar hatıralar ışığında eleştirsel bir dille okuyucuya aktarılıyor. Okunduğunda, gerçekten kederleneceğiniz ve nasıl oldu da bu hale geldik diyeceğiniz kısımlar da var. 
    Bu hatıralar bana, cumhuriyet kurulurken yaşananları ve tazminattan beri, içimize sinsice sokulan ve kimliğimizi, benliğimizi, medeniyetimizi ve dahi bizi bize unutturmak maksadıyla düzenlenmiş tertibatın uygulayıcılarının aslında kimler olduğu hakkında bir kez daha bir ispat niteliğinde oldu. Garplılaşma ve modernleşme adı altında Türk-İslam cereyanın kesmek ve Türk’ü dininden ve kültüründen kopararak, tüm değer yargılarını ayaklar altına alarak artık kendisini bir tehdit olmaktan çıkarmak için didinen batının Osmanlı tebasının içindeki piyonları işte bu dönmelerin, kripto Yahudi, Ermeni ve Rumların içlerinden çıkmıştı. Aslında bunlara karşı duran bir kesim de vardı fakat cumhuriyetle birlikte politik ve askeri gücü de ellerine geçirdikleri için onlara göre çatlak sesler çıkmaya başlar başlamaz sesleri kesiliyordu. 
    Bu kitap aslında bize kim olduğumuzu hatırlatıyor. Kim olmamız gerektiğini söylüyor. Ne medeniyetimizde ne de dinimizde düşmanlık başlatma ruhsatı verilmemiştir fakat bize karşı düşmanlık yapana da pasif bir şekilde karşılık vermek de yoktur. Düşmanımızı iyi tanıyacağız. Bunlara karşı tedbirler alacağız. Koca bir imparatorluğun yok olmasına büyük katkı sağlayan şebekeye karşı uyanık olacağız. Bu bizim Türk-İslam davasındaki birinci önceliğimizdir. Gerekirse aktif rol da almak zamanı gelebilir düşmana karşı, o zaman da hazır olacağız. Dünyada her toplumun bir kültürü ve inanışı vardır. Fakat Müslüman Türk’ün marus kaldığı bu kültür ve inanç darbesi sanırım başka hiçbir toplumda bu derecede görülmemiştir. İşin ilginç yanı yapılan tüm darbeler birer lütufmuşçasına, birer hediyeymişçesine sunulmuş hep. Kral çıplak demeye fırsat dahi verilmemiş. 

    Artık kral çıplak diye bağırmalı ve tarih boyunca bir şeref timsali olan milletimizin köklerinden koparılmasına fırsat vermemeliyiz, öyle değil mi?
AKSAKAL

Comments

Popular posts from this blog

Bir Düello Bir Suikast - Kazım Karabekir'in mücadelesi

ERASMUS NEDIR? ERASMUS ISMI NEREDEN GELIR?